Ahmet
Kaya’nın 1957 sonbaharında doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün
çoğunu sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç değildi
aslında. Ne kumaş fabrikasında işçi olarak çalışan babasının dünyayı
değiştirmek gibi bir iddiası vardı ne de doğduğu şehir Malatya’nın ve
ailenin kırk metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça
görebilecekleri bir penceresi. Belki doğanın her türlü nimetiyle
onurlandırdığı topraklardı doğduğu topraklar; ama dünyanın o yöresinde
görülebilecek pek bir güzellik yoktu o yıllarda. İkinci Dünya
Savaşı’nın iyiden iyiye yoksullaştırdığı Türkiye, küçük Ahmet’in
doğumundan üç yıl sonra cumhuriyetin ilk büyük askerî darbesine şahit
olacak, idam sehpalarında başbakanlarını, bakanlarını görecekti. Otuz
dört yıllık genç cumhuriyet, çok büyük acılara gebeydi. Binlerce yıldır
din uğruna, altın uğruna ve hatta bazen bir kadın uğruna onlarca ırktan
milyonlarca insanın kanının döküldüğü Anadolu topraklarının acısı
dinmeyecekti kim bilir kaç yıl daha.
Beşinci ve son çocuktu Ahmet.
Babası Adıyaman’dan Malatya’ya iş bulmak uğruna göç etmiş bir Kürt,
annesi çocuklarını namuslu ve iyi yetiştirmeye çalışan bir Türk’tü.
Türkiye’nin o yıllardaki özeti gibiydiler yani biraz. Ahmet’in
otoriteyle uyuşmazlığı daha dört-beş yaşlarında iken sokakla
tanışmasıyla başladı. Sakin ve kendi halinde yaşayan ailenin dünyayla
çatışan, dışa dönük ve disipline edilemez bireyiydi o. Sinemaya
gidebilmek için dedesinin ayvalarını manava satıyordu bazen, bazen
mahallenin başıboş eşeğine binip zamanın en ünlü gazetesinde günlük
bant olarak yayımlanan çizgi roman kahramanı Kara Murat olup kötüleri
kılıçtan geçiriyordu.
Müziğe olan ilgisini keşfeden babası, Ahmet
henüz altı yaşındayken nerdeyse boyu kadar bir bağlamayı doğum günü
hediyesi olarak eve getirdi. Ailenin yemek parasından artırılıp alınan
bu bağlamanın engellenemez bir fırtınanın ilk esintisi olduğunun kimse
farkında değildi elbette.
Sanki bir uzvu eksik doğmuştu da Ahmet, o bağlama eve gelince tamamlandı vücudu.
Birkaç
ay içinde bağlamadan çıkardığı seslerle tüm aileyi bıktırdı. Oysa ona
göre artık sahneye çıkmanın zamanıydı belki de. İnsanlar dinlemiyorsa
o, dinleyecek birilerini mutlaka bulacak kadar inatçıydı. İlk
konserini, bahçedeki kümeste tavuklara verdi. Tavuklar mutlu oluyor
muydu bilinmez; ama Ahmet bu parasız konserleri uzunca bir süre devam
ettirdi. İlk gerçek sahnesi içinse dokuz yaşına kadar beklemek
durumundaydı. Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikanın
işçilerinin düzenlediği işçi bayramı gecesinde kendini sahnede buldu.
İşçiler Ahmet’i dinlemeyi, Ahmet kendini dinleyen işçileri çok sevmişti
o gün… Yüz binlerce insanın, işçinin hayatlarının yeniden darmadağın
olacağı ikinci darbeye üç yıl vardı. O gece ne oradaki işçiler ne de
Ahmet, çok yakın bir gelecekte işçi bayramını kutlamak şöyle dursun,
işçi kelimesini bile kullanamayacaklarını bilmiyorlardı.
Türkiye on
binlerce üniversite öğrencisini, işçisini hapishanelerde çürümeye
yollarken 1971 darbesine damgasını vuran olay, Amerikan emperyalizmine
karşı duran henüz yirmili yaşlarının ortasındaki üç sosyalist gencin,
hiç kimseyi öldürmedikleri ve yaralamadıkları halde, hızla yapılan bir
yargılamanın ardından idam edilmeleri oldu. Ahmet on beş yaşındaydı.
Anadolu toprakları, verdiği nimetlerin karşılığını almaya devam
ediyordu. Bu toplumsal ve siyasal atmosfer eşliğinde bir kuşak daha
büyüyor ve onların bilinci şekilleniyordu. Bu kuşağın tanıklık edeceği
ilk haksızlık da bu olmayacaktı.
Ahmet okula gidiyor ve geri kalan
zamanlarında bir aile dostlarının kaset, plak satan müzik dükkânında
çalışıyordu. Bu dükkânda çalıştığı sıralarda, çok çeşitli müzik
türlerini tanıma imkânı buldu. Özellikle dükkâna gelen, Ruhi Su
kasetleri alan ve bol paçalı pantolon giyen uzun saçlı gençler
dikkatini çekmekteydi. Yıllar sonra kendi hayatını anlatan bir
belgeselde onlara o zamanlar “Sucular” dediğini söyleyecekti. Ahmet’in
Sucular dediği gençler, toplumsal duyarlılığı olan ve bütün dünyada 68
kuşağı olarak anılan kuşağın Türkiye’deki yansımasından başka bir şey
değildi. Ahmet’in yazdığını hatırladığı ilk beste de o gençlerden biri
olan, Volkswagen marka bir minibüsle dolmuşçuluk yapan ve bir süre
yanında muavin olarak çalıştığı, çok sevdiği Başar Ağabey’i için
yazılmıştır. Bir gün sokak ortasında aniden polis tarafından tutuklanıp
götürülen Başar’ın durumuna çok üzülen Ahmet, “Bir Volkswagen alacağım,
adını Başar koyacağım.” diye başlayan bestesiyle yüzlerce şarkılık bir
repertuvarın ilk adımlarını attığını bilmemektedir elbette.