Şafak Aryen
Bir yerde okumuştum; insan belleğinde bazı anların
hatırlanması zor olurmuş, bellek kendi kendisine diplere atarmış
anları, ama nedense bu anların, her dışa vurumu çok şiddetli olurmuş.
Bu anlar çok şiddetli etkilenmelerle duyguların, acı ve öfke boyutuyla
çok iç içe geçtiği ve tüm duyu organlarının şiddetli reddine rağmen
yaşanılanların yoğunluğuyla dolan anlarmış. Duygu ve beynin işbirliği
unutmaya yöneltirmiş insanı, ama her hatırlandığında insanın alt üst
olduğu anlarmış. 15 Şubat bekli de böyle bir andı. Halk olarak,
kadınlar olarak, geleceğe dair mütevazı ütopyaları dışında bir şey
istemeyenler olarak en fazla acı çektiğimiz, en fazla öfke duyduğumuz,
en çok kendimizden utandığımız, en fazla dünyaya, insanlara, kendimize
isyan ettiğimiz bir an. Acısı ve utancı ezerken benliğimizi, intikam
duygusu önledi duygu ile belleğin işbirliğini. Unutamadık,
unutmamalıyız da. Çünkü öyle şeyler de vardır ki unuttun mu ihanet
edersin. Unutmak bitirmektir, terk etmektir, bundan sonrası yok
demektir.
15 ŞUBAT habercisi 9 Ekim’e giden günlerdi. 1
Eylül ateşkesi, bir çözüm arayışı olarak, devletten gelen çağrılara
cevap için ilan edilirken, karşılık sert bir tehdit oldu. Şükrü
Elekdağ’ın yazısını okuduktan sonra “Yeni bir süreç başladı, Beni
hedefleyecekler” dedi Önderlik. Bütün yürütülen savaştan ve
sonuçlarından, Önderlik sorumlu tutuluyor, hedef olarak gösteriliyordu.
Sonrası bir kıyamet! Akdeniz’de tatbikat, Suriye’nin tehdidi,
sınırların tutulması, derken ateşten günler daha belirgin ve yakıcı
yaşanmaya başladı.
Biz, yoğunlaşmada bulunan bir grup bayan arkadaş,
tüm PKK camiası gibi tedirginlikle izlerken gelişmeleri, “Önderlik
nasıl olsa önler bunları” diyorduk. Yetersiz yoldaşlığın alışkanlığa
dönüşmüş, cehennemlik iyi niyet cümlesiydi bu. Yaşayabileceğimiz en
güzel anların içindeyken, yanı başımızda olup bitenler, aykırıydı
içinde bulunduğumuz ana. Bu nedenle tablomuzda onların yeri yoktu ve
bizce bizim tablomuzdu sürekli duvarda asılı kalacak. İnsan çok mutlu
olduğu bir anın hiç bitmeyeceğini sanır. Bizimkisi de öyle bir şeydi
işte. Tepemizde yanar bir dağ patlarken biz görmezden gelerek bütün
bunları, çiçek bahçemizin otlarını yoluyorduk inatla. Sanki başımızı
kaldırıp göğe bakarsak lavlarla karşılaşacak, çiçeklerimize bakarsak
uzak tutacaktık onları. İnsan duygusal ve düşünsel rahatladığı oranda,
çocukça duyguları yoğun yaşar, çocuk inadıyla yaklaşır her şeye,
çocukça yorumlar olup bitenleri. Kısaca böyle bir atmosfer ve olup
bitenleri tanımlamamak için, inatlaşmalarla, Ekim ayına girdik. Oysa
Önderlik yaşanacaklara hazırlıyordu bizleri, “Çabuk uçacaksınız”
diyordu. “AN ve MEKAN “ diyordu ısrarla. “Böyle birlikte olduğumuz bir
an, bu kadar özgür bir mekan bulamayacaksınız belki de” diyordu.
Tarihten çalınmış bir zamanın, küçük bir kesitini yaşadığımızı, bu anda
kazandıklarımızla geleceği yaratacağımızı, bu nedenle ana kendimizi
kandırarak yaklaşamayacağımızı söylüyordu. Bizler anlayamadık bütün
bunları, yetersiz kaldık ama çok sonradan o ana ne çok şey
sığdırıldığını anladık. Önderlik gücü buydu işte.
Son bir
hafta on gün, evin etrafında birçok kişi dolaşmaya başladı. Basındaki
haberler, ülke genelindeki hareketlilik, uluslar arası güçlerin hareket
trafiği, işlerin blöf olmadığını ortaya koyuyordu. Önderlik, başından
itibaren yeni bir sürecin başladığını ilan etmişti zaten. 6. Kongrenin
yapılması gerekiyordu. Partileşme tarihimiz açısından Önderlik bir
dönüm noktası olarak değerlendiriyor, bu nedenle zamana ihtiyacı
olduğunu söylüyordu. Bu nedenle, zaman kazanmak için hiç istemediği
halde Avrupa’ya gitmeyi bile göze alacaktı. Son on gün! Ne çok şey
vardı içinde; Tarihi yaratmanın sorumluluğunun ağırlığı vardı üzerinde.
Ne olacak bu halk, dağdaki arkadaşlar ne olacak, siz kadınlar ne
olacaksınız? Öfke, hırs, acı, sevgi, yalnızlık, yani ne varsa duyguya
dair, her şey vardı yüzünde. İçi fırtına, dışı durgun bir su. “Özgürlük
isteyen herkes adına beni cezalandıracaklar. İsa’nın bir çarmıhtı,
benimki nasıl bir çarmıh olacak; bir kobra mı, füze mi? Bu halk için
direnmeli, mutlaka boşa çıkmalı bu dolaplar.” Sonrasından 9 Ekim
açıklamasıyla, Önderliğin çözümlediği birçok şey öngörüsü olarak o
zaman dile geliyordu.
Her şeye rağmen, evde yoğunlaşmanın
havasını özgünlükleriyle geliştirmeyi başarıyordu. Çok stresli
olduğumuz, evin etrafında güvenlik kaygısından dört döndüğümüz bir
anda, “Hazırlanın bir gurup arkadaşla Palmira’ya, Zenubya’nın
memleketine gidiyorsunuz” dedi. Tabi ki itiraz ettik, ama Önderlik “o
tarihte yaşananlar bugünlerin temelidir, gidin görün, bugünü anlayın”
dedi. Gittik ve eve döndüğümüzde bizi bekler bulduk. O gece çözümlemede
tartışılan tek şey Zenubya, kadının tanrıçalaşmasının kaynağı ve neden
kaybettiği vardı. Ve elbette kazanılması gerekenler. Sanki hiç bir şey
olmuyor, Türk ordusu sınırda değil, sanki eve füzeler kilitlenmemişti.
Sanki bir tek biz vardık ve özgürlüğümüzü nasıl elde edeceğimiz. Nasıl
başarıyordu bunu, tartıştık arkadaşlarla. Bir kez daha, yenilmezliğine
inandık Önderliğin. Tarih bugüne kadar bunu kanıtlıyor zaten.
İki
ya da üç Ekim’di. Bu saldırıları boşa çıkarmak için, ülke, Ortadoğu,
Avrupa üzerinden, gidilecek yere ilişkin tartışmalar yürütüyordu
bizlerle. Tabi her birimizin yorumu farklı oldu. Eğilimi ülkeye
gitmekti, ama yoğun operasyonlarla arkadaşların zorlanacağını, Kongre
çalışmasının sabote olabileceğini düşünüyordu. Önderliğin, o tartışma
esnasında yüzü acıyla gerilerek “Ülkeye giden her arkadaşa bana bir
karış yer hazırlayın dedim, Hiç biri yapmadı, Neden yapmadınız, ben bu
ülkenin evladıyım, bir karış hak etmedim mi?”dedi. Şu an ülkenin
dağlarında, her tarafında, yaşadığımız yerleri, ne çok hor gördüğümüz
anlarımız olmuştur. “Şurası fazla taşlık, bu tepe neden yüksek, burası
daha düz olsaydı ne olurdu, neden su yakın değil, bu ağaçları keselim,
bu otlar bizim, her şey bizim, canımızın istediğini yaparız” ve daha
neler neler.. Günlük bencilliklerimiz, yaratılan özgür alanları hor
görüşlerimiz, hatta bazılarının alçakça terk edip kaçışları karşısında,
bir karış yeri bile olmayan, bir karış yer bile yaratamadığımız
hepimizin canı Başkanımız. Ve bütün saflığımızla komplo karşısında “biz
ne yapabilirdik ki” deyişlerimiz. İyi niyetli cehennem taşları olarak,
yetersiz yoldaşlıklarımız, şu anda bile yetmeyişlerimiz. İşte bu da
komplo içinde bizim trajedimiz! Biz Ülke mi, Avrupa mı derken Önderlik
bir gece rüyamızda ne gördüğümüzü sordu. Tabi hiç birimiz anlatmadık.
Yeni ve genç bir arkadaş, annesini gördüğünü, kendisini eve geri
götürdüğünü söyledi. O anda komik bir durumdu tabi. Önderlik doğal
olarak arkadaşın ruh hali olarak tanımladı rüyasını. Sonra ise hepimizi
tedirginliğe boğan, dehşet içinde bırakan rüyasını anlattı bizlere.
“Evin bahçesinde tek başıma dolaşıyordum. Büyük çimlik bahçede, çok
güzel bir kulübe yapılmıştı. Dışı çok güzeldi, yaldızlı boyası vardı.
Sonra içinde ne var diye merak ettim. Kulübenin içine girdim,
karanlıktı, irkildim. Dışarı çıkmak istedim ama kapı yavaş yavaş
kapanmaya başladı. Direndim, çıkmaya çalıştım, bağırdım ama hiç biriniz
gelmediniz. Kolum sıkışınca çektim ve kapı kapandı. Ben, olamaz diye
bağırırken, uyandım. Rüyaymış.” İçimizde rüyanın gerçeklerden soyut
olduğuna inananlar vardı, ama hiç birimiz o rüya karşısında böyle
davranamadık. Yorumlarımızı sordu Önderlik, hepimizde dağ kadar yorum
varken, belki de “Ya söyleyeceklerimiz gerçekleşirse” korkusuyla çok
azını söyledik. Önderlik korkmayın diyerek güldü, bakışlarımızdan
anlamıştı. “Bu beynimin bana bir uyarısı, hata yapmamamız lazım. Umarım
irademiz dışında adım atmaya mecbur kalmayız” dedi. O gece hiç yatmadı,
odasından, hep uyanık olduğunu anladığımız sesler geliyordu.
Başkan,
Türk televizyonlarında fazlasıyla tahrik edilmiş, ne yaptığını bile
bilmeyen faşist kesimlerin, sürü psikolojisi ve dürtüsüyle hareket eden
kalabalıkların davranışlarını izliyordu. Başkan’ın maketini yapmış,
ateşe veriyor, yerde çiğniyorlardı. Hepimiz, bu görüntülerden çok
rahatsız olmuştuk. Bize göre böyleleri, çoktan ölümü hak edenlerdi. Çok
öfkeliydik. Başkan ise üzüntü duyduğunu söyledi. Çünkü, amaçsızca
maketi ateşe verip nara atanlar aslında taptıkları sistemin ateşinde en
çok yananlardı. Önderlik ise bir insan sevendi, çabası onlar içindi de.
Bu nedenle üzüntü duyduğunu belirtti. Sonra bize eğer kendisini
yakalarlarsa, en ağır cezayı nasıl vereceklerini sordu. Bizler makete
bunu yapan bir sistemin ve topluluğun zaten insan olma özelliklerini
yitirdiğini, Başkanımızı şehit düşüreceklerini söyledik. Aslında
”Şehit” kelimesini kullanmadık, arkadaşlara yapacaklarının aynısını
yapacaklarını belirttik. Başkanın verdiği cevap hiç birimizin
beklemediği bir cevaptı; “Ben en çok insana inandım, insanı sevdim,
insanla çalıştım, insan için yaşadım. Düşman bunu biliyor. Bu nedenle
düşman en fazla insanı nasıl etkilediğimi öne çıkarıyor. Oysa benim
yaptığım insana kendisini hatırlatmak, onu özgürlüğüyle tanıştırmaktır.
Benim silahım insan sevgimdir. Bu nedenle, bana verecekleri en büyük
ceza, beni insandan uzaklaştırmak olacak. Eğer ben ellerine geçersem ve
düşmanımı tanıyorsam ölümün benim için bir ceza olmadığını bilir, beni
insandan yalıtır. Böylece her gün öldürmeyi hedefler” Bize göre, düşman
bir gün bile yaşamasına izin vermezdi. Yaşanan yıllar Başkanın
öngörüsüyle bizim düşmanın vahşetini yeterince anlayamadığımızı ortaya
koydu. İmralı’daki yaşam çabası “Her şey insan için” diyebilenlerin
derin sevgisinin somut ifadesiydi. Bu sevgi değil miydi ki duvarında
tesadüfen biten tek yeşilliği, tek canlıyı, üç yapraklı kır çiçeğini,
bin bir çabayla, insanlara, kadına ulaştıran. Elindeki tek şeydi, onu
da bize verdi. Bütün yetmezliklerimize rağmen halen bizimle oluşunun
nedeni de bu değil mi zaten?
Son gece, kadına dair, örgüte
ve mücadeleye dair, en fazla da şehit arkadaşlara dair konuştu bizimle.
Kimse Şehidi Önderlik kadar güzel tanımlayamaz, hissedemez. Şehit
düştüğü anda bile nasıl duygular yaşamış olabileceğini tasvir ediyordu.
Her gecenin gündeminde, mutlaka vardı onlar. Sonra kendisine bir şey
olursa ne yapacağımızı sordu. Hiç birimizin beyni böyle bir şeyi kabul
edemediği için, sonrası olamazdı Önderliğin. Bu nedenle hiçbir arkadaş
sonra ne olur diye görüş belirtmedi. Ve Önderliğin yoğun mücadelesiyle,
sonrası olmadı gerçekten. Esir bile olsa bu anlar onunla olan anlardır,
bu anın içeriğiyle geleceğini belirleyen de Önderliktir. Ne mutlu ki
sonrası olmadı. O gece, atmosfer ağırlaşınca konuyu değiştirdi, dünya
kupaları gündeme girdi. Sonra Önderlik süt istedi, midesi ağrıyordu ama
süt kalmamıştı, yoğurt istedi o da yoktu. Utana sıkıla, Önderliğe,
gidip satın alalım dedik ama ortam çok gergindi, gece geç saatti bu
nedenle bırakmadı. Mutfakta, tezgahın üzerinde tatlı vardı, fakat
sağlık durumundan kaynaklı Önderliğe yasaktı. Duyarsızlığımız, daha
doğrusu pasta yapmada iddialı ama biraz dağınık bir arkadaşımızın,
malzemeleri kullanarak yenisini almayışı ve hepimizin mahcubiyeti
“Başkanım tatlı var” demeye mecbur etti bizi. Zaten söyler söylemez
pişman olduk, çünkü Önderlik hastalanıyordu. Gülerek getirmemizi
istedi. Tabi biz Başkan hastalanmasın diye, bir dilimi iki parça yapıp,
iki dilim vermiş gibi yaptık ama anladı. Sonra espriler ve gülüşler.
Hiçbir sıkıntımız yoktu sanki o anda. Önderlik çözümlemeyi bitirince
odasına gitmek için ayağı kalktı. Bize dönerek “sizi kurtaracağım,
füzeler vurmayacak buraları, hiçbir arkadaş hedef olmayacak” dedi. Hiç
yapmadığı şekilde, iki elini havaya kaldırarak iyi geceler dedi. Geride
kalan bizler anlamıştık; Önderlik içinde feda ediş olan bir karar
vermişti.
Evden ayrılacağı zamanlar, giriş katındaki antrede
toplanır, Başkan, evde olmadığı süreçte planlamamızın ne olması
gerektiğini bize açıklardı. Son günümüzde yine aynı şeyi yaptık. Kadın
olmak üzerine çok konuştu, geriye asla dönülmemesi gerektiğini söyledi
Sonra bir hafta ya da on gün sürecek bir dönem için, planlama yaptı. O
esnada, Önderliğin rapor ve belgeleri içinde taşıdığı kağıt poşetin ipi
koptu. Neden koptuğunu sordu. Gülerek, anlamı olmadığını, kâğıdın
yıprandığını söyledik. Yeni bir delik açarak, ipi yeniden taktık.
Önderlik “Bir şeyler bozulabilir, ama ondan hemen vazgeçmemek lazım,
yeniden yapılabilir. Yeter ki isteyin” dedi. Kim bilir ne anlamlar
yükledi o küçük kâğıt poşete. Biz olsak atardık hemen. Amaçlarımız
karşısında hayal kırıklıklarımız, en ufak bir başarısızlıkla derin
kırılmalarımız ve erken vazgeçişlerimiz bütün mücadele boyunca nelere
mal olmadı ki! Kağıt poşette dile gelen Önderlik felsefesi,
mücadeleciliği, yaratılanlara bağlılığı ve tabi ki bu nedenle
yenilmezliğiydi. İmralı, tam da bu nedenle bir efsane olmadı mı?
Planlamamız her ne kadar en fazla on günü içeriyor olsa bile, hepimiz
bunun uzun bir ayrılık olduğunu hissettik. Önderlik her birimizin
yüzüne çok derin, anlamlı ve acıyla bakıyordu. Sonra “Kanatlarınız
oluştu, uçun artık” dedi. İşte bu cümle, uzun ayrılığın somut ifadesi
oldu. Çünkü ülkeye ya da çalışma alanlarına gönderdiği arkadaşlara, bu
cümleyi söylüyordu. Bu yoğunlaşmadan ayrılan her arkadaşa söylemişti bu
sözü. Bu defa ayrılan başkaydı, çünkü giden Başkan’dı. En son evden
ayrılırken, yine hiç yapmadığı şekilde iki elini havaya kaldırarak
vedalaştı, hepimizi tek tek öptü. Ve gitti!
O günden bu güne
Başkanın deyimiyle “Fırtınalı günler” estirdi kendisini. Hücre cezasına
çarptırılacak kadar, alçakça yaklaşımlara maruz kalan İNSAN GÜZELİ
karşısında, iyi yoldaş olamamanın onur kırıklığını yaşarken, acı
duyuyoruz. Ama yoldaşı olmaya çalışmanın umudunu taşıyışımızın,
sarılması gereken yönümüz olduğuna inanarak “nerde hata
yaptık?”sorusunu doğru cevaplandırmamız gerektiğini biliyoruz. Poşete
ip yine takılabilir, bunu Önderlikten öğrendik. Bir 15 Şubatı daha,
Önderliğimizin halen süren esaretinin acı gerçeğiyle karşılarken,
Başkanımıza “Öğrettiğin biçimde yaşayacağız” sözünü vererek tarihin
yalancıları olmama çabasını “Her şey Başkanımızın özgürlüğü için”
diyerek sarf edeceğiz. Tersi durumda tarih hak ettiğimiz cezayı ve
aldatan gerçeğimizin hak ettiği ismi zaten verecek. Buna kuşku yok.