Rêber Apo
Adım Abdullah, yani Allah'ın kulu. Ama kul
olmayı tam yüreğime oturtmamakla, kendimi, saygılı olmanın, dolayısıyla
o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler özgür insanı
savunmamın, büyük erdem olduğuna inandırmıştım. Yeniden daha güçlü
doğuyordum. Beğenmediğim ananım doğuruşuyla, ciddiyetine hiç
inanmadığım modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden
sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve
hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine hiç ihtiyaç
duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım.
Komplocu Zeus'un Promethe'ye ve Hektor'a yaptıklarıyla, onun
günümüzdeki Atinalı çocuklarının yaptıklarının aynı olduğunu gördükçe,
arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Promete ve Hektor'la arkadaşlık çok
onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu.
Sümerli
rahiplerin, tanrıça anamı ve aşk kadını İştar'ın tapınağa, oradan kral
sarayına tanrı-kralların yanına götürülüşünü, öldüklerinde onlarla
birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anlamıştım.
Tanrı krallar bile olsalar, tanrıça anamı ve aşk kadınını günümüze
kadar dirhem dirhem büyük incelikle sömürüp yediklerini, posasını iki
başlı evlilik diye kul köpeklerinin önüne, erkek kölelerine sus payı
olarak bıraktıklarını da anlamıştım.
Bu hediyeleri erkek olarak
yüreğime kabul ettirmemekle Tanrıça Anamın ve aşk kadınının iyi bir
oğlu olabileceğime inandıkça daha çok sevinç ve gururla doluyordum. Ana
topraklarını böylece ilk defa tarihin derinliklerinde anlamaya
başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış çelişkileri çözümlüyor,
bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark ediyordum. Kimsesi olmayan,
başarmasını bilen tek bir evlada sahip olmayan bir halk için, umut
kaynağıydım. Hem çarmıhtaki, hem tabuttaki adamdan beklentileri devam
ediyordu. Kendi doğuşunu en büyük suçluluk nedeni sayan adamdan, özgür
yaşamlarının doğuş ebeliğini bekliyorlardı. Ne PKK'den, ne Kürtlerden
hiçbir zaman beni takip etmelerini emir olarak buyurmadım. Başka
kimseleri olmadığı için, İsa tavrının daha zor olanını iki bin yıl
sonra üstlenmek durumunda kaldım. Demirci Kawa rolünü üstlendim. Hz.
İbrahim'in kutsallığını da çağdaşlaştırdım.
Bütün Zinler ve
Adule'lerin Mem ve Dervişe Avdi'si oldum. Manilerin, Mazdeklerin,
Babeklerin son ahından tutalım, Hüseyin'in Kerbela yalnızlığını,
Hallacı Mansur'un hakikat aşkını, Pir Sultan'ın dostluk rütbesini
taşıdım. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin arkadaşıydım. Mazlum,
Hayri, Kemal ve Ferhat'ların intikam savaşçısıydım. Böylesi bir soydan,
her milletten binlercesinin birleşen ve bilince kavuşan son
örnekleriydim.
Yalnızlık belki beni büyüttü. Ama yoldaşlara,
halka, hak etmedikleri birçok yersiz acı ve kayıp da yaşattı. Bu konuda
da hep Hz. Musa'yı hatırlarım. Musa lanetli kavmi birleştirmek için
dağda, çölde haykırır. On emri doğurur. Ama kavmi yine bildiğini okur.
Musa'nın yalnızlığı hazindir. Tarih biraz da böyle gerektiriyor. Benden
bin kat fedakârlık ve cesaret sahiplerinin olduğunu, bunların
sayılarının binlere vardığını da biliyorum.
Ölüme karşı Sokrates
tavrı diyebileceğimiz tavrı esas almaya çalıştım. Ölümü bile anlamlı
kılmak; niçin ve nasıl olmanın felsefi anlamını bulmak.Sanki Hz.
İbrahim'in yol arkadaşıymışım gibi, çatır çatır yol açmaya çalışıyorum.
Hz. Musa gibi yola gelmemekte inat eden, lanetli kavmi ikna etmek için
zihin gücümü sonuna kadar açıyorum. Aziz Paul gibi her tarafa inanç
temsilcileri yolluyorum. İnsanlık vicdanını elden bırakmamak için,
peygamber tarzına yaklaştıkça yaklaşıyorum. Ortadoğu'ya yol aldığımda
İbrahim'in putlarını kırması gibi, aslında ben de 5000 yıllık
geleneklerin önemli bir kısmını kırmıştım. İki bin yıl gecikmeyle
İbrahimlik bir işin yapıldığı sonradan daha iyi anlaşılacaktır.
Çocukluktan itibaren kendimde, özgün koşullar altında, başlarda pek
farkında olmasam da, aslında 5000 yıllık bir uygarlık sistemine isyan
ettiğim giderek netlik kazanıyor.
Bugün köklüydü, tarihsel
örneklere yaraşır cinstendi. Dar bir ulusallığın çok ötesinde, insanlık
adına bir umut olmanın sorumluluğu da elden bırakılmıyordu. Özce reel
dünyaya inanılmıyor ve teslim olunmuyordu. Gerçeğe, adalete ve
güzelliğe dayanması gereken yeni ütopyanın peşinde hiç yılmadan
koşuluyordu. Çağın materyalist güçleri ne kadar ezici de olsa yeni
Ortadoğu ütopyacılarını yaratmak hepsine inat bir gerçek oluyordu.
5000
yıldır dünya ormanını köşe bucak tutanlar, özellikle bilinçli
Avrupalılar beni hiç kendilerine yakın bulmayıp yakalanmamam yolunda
ince şebekelerini açacaklardı.
Son kurban bendim. Neronların solda
sıfır kaldığı çağdaş arenanın son kurbanıydım. Hem insanlık özüne bağlı
atalarımızın şanlı direniş geleneği, hem peygamber atamız İbrahimlerin,
İsaların şanlı barış geleneği bende 'barış' biçiminde birleşiyordu.
Yaptığım
iş önderlik değildir. 'Önderim' diye çıkanların pisliklerini
temizlemedir. Önder denilen kişinin başına gelen ise adeta mitolojideki
'kralın kurban edilmesi' sahnesidir. Tüm toplumun laneti ve
uğursuzluğu, daha baskıcı ve sömürücü kralların oluşmadığı dönemde
tümüyle halkın ve toplumun önderi konumundaki kişinin kurban
edilmesiyle giderilmektedir. Kürtlerde eğer önder öldürülmemiş, teslim
olmamış ve çıldırmamışsa, hala aklı başındaysa ve onuru yerindeyse,
artık kendini bekleyen ya özgürlük ya da kralın öldürülme törenidir.
Kürtlerde efsane ve mitoloji gerçek olur, var olan gerçek ise kör,
dilsiz ve sağır olur.
Çağın peygamberi gibi büyük savaşım
içindeyim. Mezopotamya, Zağros vadileri ilk ekinin, ilk
evcilleştirmenin, ilk yuvanın, insan iskânlarının, insan uygarlığının
geliştirilmesinin alanları değil miydi? Ve hala bu bütün insanlara
heyecan vermiyor mu? İşte burada benim kazandığım savaş var. İnsandan
yanaydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi."
(AİHM Savunmasından alınmıştır)